18-22.05.2012
Güney Asya güneşinin altında sırtçantalarımızla neredeyse bir aydır dolaşıyoruz, muhteşem yerler gezip gördük ama henüz deniz yüzü görmedik. Artık zamanıdır beyaz kumlu sahillerin diyerek, bizi Phnom Penh’den Kampot’a götürecek bir otobüse biniyoruz. Yaklaşık beş saatlik bir yolculuktan sonra, öğle vakti Kampot’tayız.
Küçücük bir şehir Kampot, direk olarak sahile kıyısı da yok, ilk bakışta sadece civardaki adalara ya da Sihanoukville’e transer geçiş yapmadan önce bir gece dinlenilebilecek bir ara durak izlenimi uyandırıyor. Biz de sadece bir gece kalmayı planladık zaten burada. Ama sonradan, biraz daha kalamadığımız için üzüldüğümüz yerler listesinde yerini alacak bu sevimli şehir.
Önce kendimize bir otel aramaya başlıyoruz ve rehberimizdeki haritadan anladığımız kadarıyla otel-pansiyonların toplandığı bir sokağa giriyoruz. Bu sokaktaki yanyana sıralanmış otellerin hepsi birbirine benziyor ve hepsinin fiyatları da aşağı yukarı aynı. Güzel bir bahçe içindeki Kampot Guesthouse’da iki kişilik, temiz, terası olan bir odaya, üstelik sınırsız internet bağlantısı da dahil, sadece 5 Dolar fiyat verilince kulaklarımıza inanamıyor, hemen tutuyoruz odayı. Yüksek sezonda olmamanın avantajları 🙂
Otele çantalarımızı bırakıp şehri turlamaya çıkıyoruz. Kampot, denize 40 dakika kadar uzaklıkta; deniz olan bir yerde konaklamak isteyenler bir sonraki büyük şehir olan Kep’i tercih ediyorlar genelde. Kampot’un ise bir nehir kıyısı ve kıyı boyunca uzanan geniş, modern bir sahil caddesi var. Bu cadde üzerinde pek çok restoran ve kafe sıralanmış durumda. Zamanımızın çoğunu bu sahil caddesinde geçiriyoruz biz de.
Kampot’un bize üç güzel sürprizi var:
Öncelikle, belki de tüm Güney Asya gezimizin en lezzetli yemeğini buradaki Rikitikitavi adlı sahil restoranında yiyoruz. Irmak manzaralı terası olan, lüks görünümlü bir restoran burası. Personeli çok sıcakkanlı, hepsi son derece iyi İngilizce konuşuyor. Yemeklerin hepsi birbirinden harika. Ve fiyatlar oldukça uygun.

Kampot’un biberinin meşhur olduğunu ve Avrupa’ya bile ihraç edildiğini biliyor muydunuz? İşte Kampot biberi ile yapılmış bir Kamboçya yemeği
İkinci sürpriz, Güney Asya gezimizin en iyi masajı. Güney Asya ülkelerinde, Seeing Hands adı verilen bir masaj türü var. Bilinen Tay-Khmer masajı ama görme engelli masörler ve masözler tarafından yapılıyor. Burada Seeing Hands tabelası gördüğümüz küçücük bir salona giriyoruz ve bir saatlik vücut masajı yaptırıyoruz. Masaj sonunda, Til’in de benim de ortak görüşümüz: Şimdiye kadar yaptırdığımız en başarılı masaj.
Ve üçüncü sürpriz: Şehrin tam ortasındaki kocaman Durian Heykeli! Kamboçya’nın bu güney şeridi, durian üretiminde dünya sıralamasında en üstlerde. Hatta durian, bazı bölgelerin sembolü haline gelmiş. Bunlardan biri de Kampot olmalı ki, şehir meydanına heykelini bile dikmişler. Ben hep diyordum zaten, meyvelerin kralı…
Günün sonunda, Kampot’un sessiz, kendi halinde ama en azından bir gece daha kalınıp tadı çıkarılması gereken bir şehir olduğu konusunda hemfikiriz. Ne yazık ki vaktimiz kısıtlı ve ertesi sabah erkenden, bizi Tavşan Adası’na götürecek olan tekneye binmek için Kep’e geçiyoruz.
Kep’in iskelesinden bindiğimiz tekne 15-20 dakika içerisinde Tavşan Adası’na ulaşıyor (Gidiş dönüş kişi başı bilet fiyatı 8 Dolar). Tavşan Adası (Rabbit Island), turistler tarafından yeni yeni keşfedilmeye başlamış. Henüz çok kendi halinde, doğal ve gelişmemiş. Sadece teknelerin sizi getirdiği 1 kilometrelik sahil şeridinde yerleşim ve konaklama imkanları var. Adada yedi tane Kamboçya’lı aile yaşıyor ve sahil şeridindeki bungalov gruplarını ve restoranları da bu aileler işletiyorlar. Elektrik kullanımı kısıtlı, akşam saatlerinde 17 – 21:00 arası elektrik var sadece. Sahil şeridi boyunca uzanan bungalov gruplarına fiyat sorup, aralarından en uygun fiyat vereni seçebilirsiniz, hepsi birbirine benziyor zaten. Teknede tanıştığımız İsviçreli ve İsrailli iki sırtçantalı ile ortak hareket edip, grup indirimi alıyoruz bungalovlardan birinden ve geceliği 7 Dolara bir bungalov kiralıyoruz. Lüks ve aşırı hijyen arayışı olanlara, gece bu adada kalmayı önermiyorum, günübirlik de ziyaret edilebilir. Bungalovların hepsi çok basit inşa edilmiş, çatılardan, bambu duvarlardan içeri her türlü böcek, kertenkele vs, girebiliyor. Duş ve tuvalet ise küçük bir kabin ve yerde bir delikten ibaret. Ama bu tarz ıssız, keşfedilmemiş ada hayatını, doğal yaşamı sevenler için paha biçilmez bir yer burası.
Ve tabi ki şehir kızının vahşi doğayla savaşı tüm şiddetiyle başlıyor yine: Bungalova girer girmez, duvardaki 30cm uzunluğundaki kertenkele karşılıyor bizi. Asya’nın küçük ve sevimli Gecko’larına çoktan alıştım ve hatta sevmeye başladım ama kocaman kertenkelelere karşı mesafeli bir duruşum var hala. Bizi görünce çok kalmaz gider herhalde diyerek, pek üzerinde durmuyoruz (son günümüzün son dakikalarına dek odada bizimle kaldı…) ve adanın tadını çıkarmaya başlıyoruz.

Güneydoğu Asya’nın küçük ve sevimli Geckoları. Severim, başımın üstünde yeriniz var. (Özellikle de, böcekleri yiyerek, bulunduğunuz odayı haşerelerden temizlediğinizi öğrendiğimden beri)
Gündüz herşey harika. Turistlerden uzak, kendi halinde, yeşil bir adacık; bungalovumuzun hemen önünde bembeyaz kumsal; kumsalda hamak ve masaj keyfi; harika bir deniz, muhteşem günbatımı. Akşam da bungalovumuzun hemen yanındaki küçük restoranda İsviçreli ve İsrailli yeni arkadaşlarımızla lezzetli ve taze deniz ürünleri deniyoruz. Adada gece hayatı yok, saat 21:00’den sonra da sadece bir iki restoranda elektrik oluyor, onun dışında heryerde ve tabi bungalovlarda ışıklar kesiliyor. Bu yüzden, kafaya takılan tepe lambaları çok pratik oluyor, yanınızda bulundurun derim. Hal böyle olunca, akşam yemeklerini yedikten sonra uyumak üzere odalara çekilmekten başka pek alternatif kalmıyor.
Tepe lambalarımızın ışığında bungalova girince, ben sağa sola, özellikle yerlere ve duvarlara bakmamaya özen göstererek, hemen yatağı çevreleyen cibinliğin altına giriveriyorum. Böylece bungalovun hasır duvarlarından, tavandaki deliklerin arasından süzülen karaltıları, bilimum böcek, kertenkele ve artık başka ne varsa odada, görme riskimi minimuma indirmiş oluyorum kendimce. Cibinliğin altında bize birşey yapamazlar, sabah olunca da giderler nasıl olsa. Sonra geceyle sabah arasında bir yerlerde, odanın içinde tuhaf sesler duyarak uyanıyoruz. Bir süre karanlıkta, seslerin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz: Yerde sürüklenen bir bisküvi paketinin sesi. Til’in çantasının içindeki açık ve yarısı yenmiş bisküvi paketi, çantanın içinden çıkmış, yerde sürünüyor, odanın bir köşesinden diğerine. Tepe lambasını yakıyoruz hemen, bisküvi paketini odanın uzak bir köşesinde, duvar dibinde buluyoruz. Paketi alıp dışarı attıktan sonra uykuya devam etmeye çalışıyoruz, ışığı söndürünce odadaki kıpırtı tekrar başlıyor ama bisküviyi bulamayınca sıkılıp gidiyor bir süre sonra. Sabaha kadar, o koca bisküvi paketini çantanın ta içinden çıkarıp da odada bir oraya bir buraya sürükleyen yaratık, nasıl kocaman, nasıl korkunç, nasıl tehlikeli bir.. bir “NE” olabilir, düşünüp duruyorum. Sabah gördüğümüz koca kertenkele, fare, dev bir böcek gibi teorilerimizin hepsini çürütüyoruz. Kertenkelenin bisküviyle işi olmaz, farenin ayak sesleri duyduğumuz ayak seslerine benzemez (ayrıca Güney Asya sahil ve adalarında hiç fare görmedik, telaşlanmayın), böceğin de o kadar devini görmedik daha. İki gece boyunca rüyalarıma giriyor, kabusum oluyor bu bilinmeyen yaratık. Bungalovumuzdan soğuyor, mümkün olduğunca da az zaman geçiriyorum içinde…
Böcek ve kertenkelelerin yanısıra bir de çok sayıda köpek var adada. Acaba Asya’nın tüm az keşfedilmiş adalarında görülen bir durum mudur diye sordum kendi kendime, Hindistan’ın Andaman Adaları’nda da bol sayıda köpek vardı. Hazır konu açılmışken, kafama takılan diğer bir soru da: Neden Asya ülkelerinde, sokaklarda bir sürü sokak köpeği var da, hiç kedi yok?
Neyse, benim gibi sırtçantalı maceralara gönül vermiş diğer şehirli kızları, vahşi hayat koşulları konusunda uyarma görevimi tamamladıktan sonra, ada hayatının güzelliklerine dönebilirim tekrar. Tavşan Adası’nda kaldığımız iki gün boyunca bol bol deniz, güneş ve kumsaldaki hamakların tadını çıkarıyor, deniz kenarında Khmer masajı keyfi yapıyoruz. Ben bir aydır yollarda olmanın şerefine, iki gün boyunca kumsaldaki hamaktan sadece denize girmek ya da yemek zamanlarında ayrılıyorum. Til ve diğer sırtçantalılar adayı keşif turuna çıkıyorlar ama bir iki saat sonra döndüklerinde pek de anlatacak şeyleri yok. Anlaşılan adanın, sadece bizim kaldığımız sahil şeridinde hayat var, geri kalan kısımlarda bazen yürümeye uygun yollar bile yok.
Üçüncü günümüzün sabahında, yine İsviçreli ve İsrailli arkadaşlarımız ile kiraladığımız tekneye binip adadan ayrılırken, aklımda iki şey var Tavşan Adası’ndan geride kalan: Hayatımda gördüğüm en güzel günbatımı ve gerçek bir sırtçantalı olmak için hala bir fırın ekmek yemem gerektiği (vahşi doğada kamp yapamayan, böcekten kertenkeleden korkandan gerçek sırtçantalı olmaz). Ama kararlıyım, bir iki hafta sonra başka bir Asya adasında, üstelik de tek başıma olacağım ve bu korkumla yüzleşeceğim. Bekleyin beni hamam böcekleri, kertenkeleler!
Bir sonraki durağımız Kamboçya’nın en meşhur sahil şehri Sihanoukville ve Koh Krong Khong’daki mangrov ormanları…
Son bir not: Adada ATM makinesi, süpermarket, eczane yok. Eğer bir iki günden daha uzun kalmak isterseniz, tedarikli gelmekte fayda var. Gerçi Kep ile ada arasında günde bir kaç sefer tekne seferleri var, acil durumlarda Kep’e gidilebilir.
Ve son bir not daha: O gece, bisküvi paketini odanın içinde sürükleyip duran yaratık neydi ki sahiden? Diğer gezginler belki yardımcı olabilir kafamda hala takılı bu soru işaretini çözmeme 🙂
“Sahilde günbatımını beklerken…” notlu fotoğraf müthişmiş.
Tesekkurler, benim de favori fotograflarimdan 🙂