Tag Archives: Film festivali

Berlin Film Festivali (Berlinale) 4: 2017 Berlinale’den notlar

Standard

Konuk Yazar: Funda Çelikel Esser

Sevgili gözleri yollarda kalan okurlar!

Bir takım acı telaşlardan dolayı uzunca süredir buluşamasak da işte sonunda yeni bir Berlin Film Festivali yazısı ile buradayım! Aht ettim, eğer iki elimin kanda olduğu bu zamanlarda bile Berlinale’ye gidebilirsem sizlerle de paylaşacağım diye.

Yazıyı aslında epey önce hazırladım ama Berlinale 2018’in başlamasına günler kala yayınlamanın sizler için daha bir aydınlatıcı olacağını düşünerek bekletiyorduk, umarım düşündüğümüz gibi ilham olur.

Gecen sene bu zamanlar festivale tam orta yerinde katılabileceğim için içim içimi yiyedursun Berlin’de olabileceğim beş gün için gerek arkadaş tüyolarıyla gerekse sosyal medya yardımıyla bir önceki yazıda anlattığım geleneksel Berlinale kisisel ilkelerime mümkün olduğu kadar sadık kalarak az politika, bol kahkaha temalı bir program çıkarttım. Şansımın yaver gittiğince internetten biletleri aldım, alamadığım seansları şansa bıraktım. Uçuş günüm gelene kadar hergün ofis duvarımdaki kara tahtaya çentik attım 🙂

Sonunda beklenen an gelip çattığında Brüksel Havaalanında şahane bir güneş, benimse dilimde Sait Faik’in o çok sevdiğim dizeleri vardı :

IMG_20170214_130459181

“…Sana koşuyorum….

Ölmemek, delirmemek için.

Yaşamak, tüm adetlerden uzak yaşamak…..

Bana su, bana ekmek, bana zehir;

Bana tad, bana uyku

Gibi gelen çirkin Berlin’im (*)

Sensiz edemem.”

*Uyarlanmıştır.

Ryanair’in klasını(!) bozmayarak 45 dakika rötar yapması bile keyfimi kaçırmadı kaçırmasına da bütçede oldukça büyük bir delik açtı. Zira zaten 5 güncük gidiyorum mümkün olduğu kadar çok film göreyim diye Berlinale Palast premiere hakkımı uçağın varış saatinden sadece 2 saat sonrasına almıştım. 45 dakika da Ryanir süremi kısaltınca metroyla, trenle yetişmeme imkan yok! Bileti mi yaksam derken delirme atla taksiye diyen iç sesime uydum, iyi ki de uymuşum! (Bu arada bilmeyenler için, Berlin pek çok konuda gayet cep dostu bir şehirdir, taksi hariç! Zaten zorunlu haller dışında, bakınız şekil 1A, kimse taksiye falan da binmez. Toplu taşıma gayet efektif ve 24 saattir. Berlin’de toplu taşıma candır. )

Neyse ki olayın hassasiyetini anlayan taksi şöförü trafik kurallarını ihlal etmek pahasına beni uçağın alana inmesinden 1 saat sonra Berlinale Palast’ın ihtişamlı yan yolunda bıraktı. Kendimi sarılıp öpesim geldi iyi ki geldim diye, o derece mutlu oldum 🙂 Peki neler mi yaptım 11. Berlinale’mde:

BerlinalePalast

Berlinale Palast girişi

berlinalepalast

Berlinale Palast girişi

  1. Gün:

Gedikli bir Berlinale izleyicisi olarak her yıl yarışma kategorisindeki bir filmi Berlinale Palast’taki ilk gösteriminde izliyorum. Bu sene aslında bu kategoriden ilk tercihlerim olan Felicite, Uma Mujer Fantastica (Oscar 2017 adayı ve umarım kazanır), Pokot, On Body and Soul (Oscar 2017 adayı) filmlerinin ilk gösterimleri ben Berlin’e varamadan olup bittiği için ekmek bulamayan pasta yesin taifesinden efsanevi Finlandiyalı Yönetmen Ai Kaurismaki’nin son filmi The Other Side of Hope’a tav oldum. Aslında bu yönetmeni çok severim, rock müzik, hoş kadınlar, yalnız insan öğelerini her filminde iç içe geçmiş hikayelerde kullanmasına ayrı taparım da filmin konusu mülteci krizi olunca, benim de ağır konulara hiç gelemeyecek psikolojim olunca gayet mesafeli yaklaştım filme ama sonunda çok da memnun ayrıldım. Hemen öncesindeki basın toplantısında mülteci krizi ile ilgili ne düşündüğünü soran gazeteciye “insanlığımız nerede kaldı diye düşünüyorum” diye güzel bir ahlak dersi veren yönetmen, filmin galasında gayet cool idi. Sessizce gitti seyircinin arasına oturdu, film sonunda salon alkışlarla yıkılırken bile ezber bozup sahneye gelmedi. Ben seyirci arasında kalmak istiyorum diyerek bu hareketiyle halkçı Berlinale seyircisinin kalbindeki tahtını genişletti 🙂

Filme gelirsek, evet konu ağır ama öyle sıcak öyle içten anlatılmış ki iç içe geçmiş göçmen ve diğer karakterlerin hikayeleri sanki evimde yanımda kahvem, üzerimde battaniye Bridget Jones izliyor gibi seyrettim. Tüm film boyu hiç gerilmiyor, ancak sonunda evet ya insanlığımız nerede kaldı diyorsunuz. Kısacası Aki yine yapmış yapacağını, zaten Berlinale de kendisini gümüş ayı ile ödüllendirdi ki adam ödül töreninde bile inatla sahneye çıkmadı ayıyı almak için 🙂 Sanatçı milleti işte.

Berlinale’ye bu harika başlangıçtan sonra, daha çok daha çok Berlinale istiyorum tanıdık hissi sardı mı beni?! Aslında programı görünce en favori festival bölümüm “Berlinale goes Kiez / Berlinale mahalleye konuk oluyor” bölümünde bu akşam çiçeği burnunda bir mahalle sinemasında, hem de önceden gidip çok sevdiğim ülke Gürcistan’dan, üstelik o güne dek seyrettiğim ve çok sevdiğim ilk ve tek Gürcü filminin yönetmenlerinin ikinci filmi gösterime giriyordu. Geçen hafta programı etüd ederken bunu görüp öyle heyecanlanmıştım ki internetten satış gününde bileti kaçırmamak için toplantımı bile iptal etmiştim (canım patronum Türkçe bilmiyorsun değil mi :))! Gel gör ki 10 senelik festival bileti canavarlığı tecrübesinden sonra bile o sinemadaki hiçbir gösterime bilet alamayarak sinir olmuştum. Aki’nin filminden sonra bir gideyim şu sinemaya, bakarsın bir gelmeyen olur ben de filme girerim, en kötü yeni açılmış sinema salonunu görürüm dedim. Yeni sinemanın 6 aylık ayrılıktan sonra çok özlediğim Berlin’in en yeni star mahallelerinden, eskinin Türk ve Arap muhiti, şimdinin vegan, yıldızı henüz parlamamış zanaatkar kesimin gözbebeği semti Neukölln’de olması da bu kararda etkili oldu. (Bir dip not daha: Berlin’i bu kadar sevmemin nedenlerinden biri Avrupa’nın pek çok diğer başkentinin durağan güzelliğine karşın Berlin sürekli bir değişim içindedir. Mesela bir lokal olarak ilk 11 sene önceki şehri ziyaretimde gittiğimiz mahalle ve mekanların hiçbirine artık gitmiyoruz. Sosyal yaşam bambaşka yerlerde akıyor. Bu nedenle 100 kere gitseniz bıkmazsınız benden söylemesi 🙂 ).

Velhasıl sinemeya vardığımda niye internetten bilet alınamadığını da anladım. Wolf sineması cidden ve resmen o gece açılıyormuş ve son dakikaya kadar acaba yetiştirebilecek miyiz Berlinale’ye telaşı yaşamışlar. Ya yetişmezse diye de internetten ön satış yapmamışlar! Pek çok şey yetişmiş yetişmesine de eksik olan mesela bilet basma makinesi! Sene 2017, yer Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi, kasada biri elle biletleri yazıyor, diğeri listeye sayıyı not ediyor 🙂 Bana “hesaplarımıza göre” yerimiz dolu çünkü resmi açılış için sinema sahibinin pek çok eşi dostu geliyor ama yedek listeye yazalım, yer kalırsa adını çağırırız dediler. O kadar tatlılardı ki hayır diyemedim. Bundan pek bir şey çıkmaz bari 2 saat mahalleyi keşfe çıkayım diye kendimi Neukölln sokaklarına vurdum. Gerçekten şahane mekanlar açılmış. Örneğin sevgililer günü olduğu ve sadece çiftleri kabul ettikleri için gidemediğim (aslında dedim Berlinale’deyim o da benim sevgilim sayılır ama inanmadılar 🙂 ) La Lavenderia’yı normal bir zamanda denemek amaçlı not ettim.

LaLavendaria

La Lavenderia – Ah Berlin başka hangi şehirde kafanızda sallanan sütyen konseptiyle yemek yeme şansınız var?! Seviyorum uleyn !!!!

lavenderaia

La Lavenderia

Yazdan kalma Hindistan günlerimi yad edeyim, bir de Neukölln’de vejeteryan yemek fıtrattandır diye Hint vejeteryan mutfağının güzel örneklerini sunan Café Tschüsch’te karar kıldım. 100% tavsiye! Hindistan’a gönül vermiş bir 21. yüzyıl hippisi ve 8 yaşındaki kızının süper sıcak, sağlıklı, cep yakmayan, orjinal sütlü baharatlı masala çaylı mekanı.

Karnım tok ruhum doymuş Wolf sinemasına geri döndüm, filmin başlamasına 15 dakika kalmıştı. Benden önce yedek listede sırada olan iki çiftin ayrı yerlerde oturmamak adına filme girmeyi reddetmesi üzerine (seviyorum sizi aşk kuşları!) elimde buğday biram kendimi My Happy Family filminin gösteriminde buluverdim.

Film bir aşk yapımı, zira gerçek hayatta sevgili olan Tiflisli Nina ve Berlinli Simon’un ortak yapım ikinci filmleri. Benim Mutlu Aile’m tıpkı güzel ülke Gürcistan’da geçirdiğim günlerdeki gibi tamemen farklı ama bir o kadar da tanıdık yaşamlara konuk olma hissini veren, Gürcistan’ın güzel şarabının, polifonik müziğinin gırla aktığı sıcacık bir aile hikayesi. Aslında çok sıradan, hepimizin en azından çocukluğumuzdan hatırladığı annelerimizin kuşağının sadece başkaları için yaşayan kadın portresinin ve bu rolü giymeye baş gösteren güçlü kadın Manana’nın hikayesi. Film Istanbul Film Festivali’nde de yarışma bölümünde gösterildi geçen sene, herhangi bir yerde rastlarsanız kaçırmayın derim. Şahane müzik ve oyunculuklar için bile gidilebilir.

Film gecesini daha da özel kılan Wolf sinemasının sahibinden dinlediğimiz hikayeler oldu. Sinema projesi bir inşaat halindeki eski binanın alt katında yakın arkadaşların bir araya gelip film izlemesiyle başlamış. Yıllar yılı kulaktan kulağa yayılan bu “çakma sinema” konsepti nerede alternatif, dünya sinemasına gönül vermiş varsa, geldikçe geçtikçe uğradıkları, biraz renove etmeye yardım ettikleri, bağışta bulundukları, çokça alternatif filmler izleyip sohbet ettikleri, hayallerin ortak yeri olmuş. Işte o hayallerin vücut bulduğu gece orada olmak çok başka bir anlam kattı akşama.

Filmden sonra bu kadar kalabalık film ekibinin sahneye sığmayacağını hesap edememiş olan mekan sahibi baktı olacak gibi değil, bizi filmden sonra yandaki stüdyoya davet etti, çay da yapmış 🙂 Kalktık gittik tabii ki  sanki koskoca bir aile o gece Berlinalecilik oynuyor gibiydik. Çok keyifliydi 🙂

filmekibisahnede

Film ekibi sahnede

Eh bu şahane ilk günden sonra biraz uykuyu hak ettim!

  1. Gün:

Berlin’in bahsettiğim dinamik özelliğinden dolayı nasılsa bir gün değerlenecek diye beş sene önce taşındığımız, kimsenin de pek yolunun düşmediği 1+0 odamız iyidir hoştur da civarında şöyle bir kahve içeyim denecek pek mekan yoktur. Ya da 4 ay öncesine kadar yoktu, tam bizim evin karşısına yeni açılan KranBar bu boşluğu ziyadesiyle dolduraraktan bu sabah yüzümü kocaman güldürdü. Zımba gibi bir kahvaltıdan sonra ilk önce acele methini çok duyduğum Call Me by Your Name filminin biletini alabilmek için gün gişesine gittim. Daha sonra koştur koştur kendimi Zoopalast’taki Sage Femme – Ebe filminin gösterimine attım.

kranbar

Kranbar

Aslında Berlinale zamanı hiç de görmek istemediğim bir tarz, azıcık ana akım, yine de çokça Fransız bu filmi hem biraz güleyim diye hem de Zoopalast’ta olduğu için seçtim. (Bu arada mekan yüzünden seçtim ama film hiç de kötü değil, konu çokça işlenmiş olsa da gayet izlenilir cinsten). Mekan yüzünden seçtim diyorum çünkü birincisi kalben Berlinli olarak yılbaşı öncesi şehirde gerçekleşen terör olayında çok sarsılmış, Berlinale’den bile zaman calıp kurbanların anısına dikilen anıtı ziyaret etmeyi kafama koymuştum. Olayın gerçekleştiği yer Zoopalast sinemasının karşı çaprazı ve de ironi o ki Ikinci Dünya Savaşı sırasında bombalarla yarısı yıkılan, ibret-i alem olsun millet bakıp bakıp savaşın kötülüğünü anımsasın diye yarı yıkık muhafaza edilen (ki bu aslına uygun restore etmekten daha pahalıya mal oluyormuş) Kaiserwilhelm Kilisesi’nin tam dibi. Belli ki kanı bozuk kamyonlu teröriste vız demiş bu ibret hikayesi.

teroraniti

Berlin terör anıtı

Teröre lanet okuduktan sonra günün turistik aksiyonunu da gerçekleştirdim. Dünkü Gürcü film tecrübesinden sonra Gürcistan’da yediğim kacapuriler, patlıcan salataları, içtiğim şahane şaraplar buram buram burnumda tütmüş, daha önceden keşfettiğim Zoopalast’a yakın olan Gürcü restoranına gitmeyi kafama koymuştum. Gel gör ki o restoran sadece akşamları açılıyormuş, imdadıma google amca yetişti, metroyla 3 durak ötedeki içerisi aynı Gürcistan’da gördüğüm mekanlara benzeyen Salhino restoran’a yönlendirdi. Fiyatlar Berlin’e göre azıcık yüksek olsa da (eh eski burjuva semti Charlottenburg’dayız!) yemek ve şarap şahane, fonda çalan Gürcü müzikleri de bonusu!

Tabii üç kadeh kırmızı şarabı hızlıca götürünce umarım Call Me by Your Name filmi hakkaten uyunamayacak kadar iyidir diye koştur koştur Alexanderplatz’taki Cubix sinemasına gittim. Işte karşınızda Berlinale programımın ilk hayal kırıklığı. Gayet sıradan, gereksiz uzun, biraz abartı bir eşcinsel aşk hikayesi. Aslen izlemek istemeyip, ilk gösterimindeki seyircinin neden bilinmez anlata anlata bitirememesi üzerine programımı değiştirip ikinci gösterimine güç bela bilet bulduğum film, Kuzey Italya’nın güzelim manzaraları hariç beni hiç tatmin etmedi. Bu arada sanırım bende bir tuhaflık var, iyi filmden anlamıyorum falan bu film Oscar’a aday ve pek çok festival kritiğinden iyi not alıyor, sizin de motivasyonunuzu kırmayayım ama ben hiç mi hiç beğemedim. Neyse ki güzel akşam manzaraları az da olsa keyfimi yerine getirdi. Günün son filmi öncesi ise sevgili Martina ile Berlin’in efsanevi kokteyl bari Meisterschueler’de birer kokteyl yuvarlayınca bu kötü tecrübeyi tamamen kafamdan sildim 🙂

berlinaksammanzara

Berlin den akşam manzaraları

Son olarak Kanada’nın hep gitmek istediğim Nova Scotia Bölgesi’nde çekilmiş ana akımın en alternatifi sınıfından başrollerini Ethan Hawke ve Sally Hawkins’in paylaştığı halk ressamı Maudie’nin yarı kurgu hikayesini izledik. Zaten sinemalara geleceği gün gibi aşikar ama yine de festivale yakışır bir filmdi. Sally Hawkins sanki inadına ödül için dudak uçuklatan bir performans sergiliyor. Film sonrası kendisi de salonda olunca dakikalarca alkışladık, o da Berlinale seyircisinin ne kadar seçici olduğunu bildiğini, tam da bu yüzden bu alkışların kendini çok mutlu ettiğini söyledi teşekkür konuşmasında. Azmin elinden hiçbir şeyin kurtulmayacağını anlatan hoş bir film Maudie, bir yerlerde rastlarsanız kaçırmayın.

  1. Gün:

Sabah güne konusu kulağa pek hoş gelen Return to Mantouk filminin dokuz buçuk seansıyla başlayayım dedim. Ah işte daha da büyük bir hayal kırıklığı 🙂 Ünlü yönetmen, iyi oyuncu, güzel mekanlar üçgeni bu kadar rezil edilebilir. Herhangi bir yerde rastlarsanız koşar adım kaçın! Sabah hiç olan uykuma mı yanayım doğru dürüst kahvaltı edemediğime mi bilemedim. Filmin ünlü Alman yönetmeni beklenmediği halde film öncesi sahnede belirip, siz benim filmim için sabahın köründe kalkmışken benim yatmam olmazdı diye olaya güzel bir başlangıç yapsa da filmi görünce anladım ki adam bu rezil film için uykunuzdan oldunuz diye özür diliyor 🙂 Neyse ki bugün programın gerisi şahane. Blog sahibesi sevgili Şilan ile ne zamandan sonra görüşüp beraber bir Hint filmi izleyeceğiz, Berlin’de hava muhteşem, hatta film çıkışı kameralara konuk bile olduk daha ne olsun 🙂

Şilan’la birlikte seyrettiğimiz Viceroy’s House filmi neyse ki yüzümüzü güldürdü 🙂 1947’de Ingiliz koloni devrinin sona ermesine yakın krallığı temsil eden son vali olarak Hindistan’a atanan Ingiliz Mountbatten Lordu ve ailesinin hikayesi üzerinden Hindistan ve Pakistan yakın tarihinin pek de bimediğimiz “ayrışma” bölümüne ışık tutan bir tarihi kurgu drama. Filmin Hint asıllı Ingiliz yönetmeni kendi büyükanne ve dedesinin hikayesinden esinlenmiş. Hatta bana “Ingiliz yönetmen izne ayrıldı, Hint olan devraldı” dedirten fazlasıyla arabesk, toplama kampında aşıkların tesadüfi kavuşma sahnesi sanırsam büyükannesinin yaşadıklarından esinlenerek filme eklenmiş. Daha sonra yaptığımız araştırmacı gazetecilik sonucu öğrendik ki senarist Mountbatten ailesini azıcık kahramanlaştırmış, senaryo gerçeklikten şaşmış ama yine de hem eğlendirici, hem bilgilendirici hoş bir film, tavsiye edilir.

Filmden sonra Şilan’ın iki numarası Milan’ı mıncırıp Türk kahvaltısı ettikten sonra günün üçüncü ve son filmi 1978 yapımı bir Doğu Almanya klasiği Heiner Carow’un “Bis dass der Tot euch scheidet” izlemeye tam da yerine, eski Doğu Berlin’in kalbi International Kino’ya yollandım. Zaten Almanya’dan taşındığımdan beri her Berlinale’de Alman klasiklerini izlemeye bayılıyorum hele ki artık haritada olmayan ülke Doğu Almanya’nın filmleri çok fantastik gelen ama aslında 30 sene kadar önce gayet de gerçek olan hayatları gösteriyor bana. Gerçi bu filmi konusu çok ilgimi çektiği ve de gayet güncel geldiği için seçmiştim: Çok aşık olup evlenen ama akabinde sadece evinin kadını çocuğunun annesi olmanın, kendi kariyerine, hobilerine, sosyal yaşamına zaman ve destek bulamamanın dar geldiği Kadın ve onu kısıtlamaya çalıştıkça ilişkiyi korkunç bir açmaza sokan, psikolojik dengesi bozulan, bunun akabinde daha da bataklığa saplanıp kadını da aşağı çeken Adam’ın öyküsü. Sağlıklı bir evlilik için sadece aşkın yetmeyeceğini çok dokunaklı bir şekilde işleyen bu aile dramının yönetmeni ve başrol oyuncularının da taa 38 sene sonra sahneye gelmeleri ayrı bir tat kattı gösterime. Zor bir rolde gayet başarılı bir performans sergileyen baş aktristin ilk filmiymiş, çok da ilginç bir hikayesi var. Film yönetmeni Carow, totaliter rejimlerde adet olduğu üzere senaryoyu “sansür kurulu”na onay için yollamış. Maalesef senaryonun ilk versiyonu yeşil ışık alamamış zat-ı muhteremlerden, değiştir bu senaryoyu demişler. Adamcağız çaresiz sosyalist rejimin fıtratına uygun senaryo yazadursun bir de üstüne asıl seçtiği aktristin hamile kalacağı tutmuş. Hal böyle olunca sansür kurulundan sonunda onayı kapan Carow acele yeni bir aktrist arayışına girmiş. O zamanlar bu iş için tiyatrolara gidilirmiş. Carow amatör tiyatro okulu öğrencisi Saas’ı işte öyle bulmuş. Hiç tecrübesiz biriyle yola çıkma riskine fazlasıyla geri dönüş almış bana sorarsanız, Saas gerçekten de çok başarılı bir performans sergiliyor. Ama ah be zalim zaman, 38 yaş yaşlanmış, e Hollywood aktristi olmadığı için de pek kendine özen göstermemiş Saas’ı önce 20 yaşında dev perdede sonra şimdiki haliyle sahnede görünce az bunalıma girmedim değil 🙂

Bu güzel Berlinale günü geçen seneden müptelası olduğum Audi Berlinale Lounge’ta The Major Minors konseri ile son buldu. Berlinale Lounge bu sene iyice aşmış taşmış menüsüyle, süper sunum kokteylleri ile, halen ücretsiz konserleriyle on numaraydı!

  1. Gün

Bugün kişisel Berlinale prensiplerime ihanet edip 5 film izledim, hiç pişman değilim hakim bey 🙂 Ilk filmimiz çocuk kısa filmler kategorisinde 4 yaş ve üzeri için önerilen bir animasyon koleksiyonuydu. Çocuk kategorisini daha önceki yıllarda 8 yaş ve üstüne önerdiklerinden ilgimi çekti bu yenilik, bakalım dört yaşındaki mini gezgin Elvin hakikaten gelip izlese zevk alır mı diye seneye için ön saha çalışması yapmaya gittim. Bingo – seneye benimle Berlinale’ye geliyorsun Elvin, hiç kaçarın yok!

Ardından son anda iyi ki gitmeye karar verdiğim Japon filmi Close Knit için Alexanderplatz’a koşturdum. Iyi ki günün beşinci filmi olma pahasına sokmuşum programıma bu alternatif sevimli Japon ailesinin hikayesini. Anne doğulur mu olunur mu temasını 11 yaşındaki Tomo, tek ebeveyn sorumsuz biyolojik annesi, iyi kalpli amcası ve onun transseksüel kızarkadaşı Rinko üzerinden anlatan güzel Japonya manzaraları ile bezenmiş sıcacık bir film. Sinemaya geleceğini sanmam ama herhangi bir festivalde denk gelirseniz kaçırmayın.

Üçüncü film yeni bir hayal kırıklığı oldu benim için. Tayland’dan Railway Sleepers ne kadar ilginç bir belgesel gibi gelse de yönetmen yarım saatte bitecek konuyu kasıp iki saate çıkartınca fazlasıyla kabak tadı verdi. Yine de merak eden için film 19. yüzyılda açılan Tayland’ın ilk demiryolunda, trende seyahat eden sınıf sınıf yolcuların gözleminden ibaret. Bu arada daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi Berlinale’de genelde o sene gideceğim ülkelerin filmlerini ön hazırlık bab’ında izlerim. Bu sene üzücü nedenlerden nereye ne zaman giderim planı yapamadığımdan gidip de çok sevdiğim ülkelerin filmlerine ağırlık verdim Gürcistan, Kanada, Japonya gibi. Istisnası Tayland, Butan, Çin’den 3 film kısacası Budist kariyerim beni bekler 🙂

Bu mini hayalkırıklığından sonra Berlinale’nin bu seneki muhteşem yeniliği Alligator Shuttle’a atlayıp Kreuzberg Eiszeit sinemasının yolunu tuttum. Işte Berlin aşkını sinema aşkıyla birleştiren harika bir cep sineması daha! Kulinerik sinemanın festival boyunca hep burada gösterilmesinin nedeni sinema salonunun girişindeki kafe de yemek anlamında gayet başarılı imiş. Bir daha festival dışı denemek üzere notumu aldım. Tabii ki o gece 3 ufak salon dolusu yaklaşık 120 kişinin hepsi birden sığamayacağı için café yerine bizi 5 dakika yürüyüş mesafesindeki hep gitmek isteyip bir türlü denk getiremediğim Markethalle Neun’daki Kantine’ye davet ettiler.

Öncelikle filmden bahsedeyim iki satır: Theatre of Life yeme içmenin birleştirici gücü üzerine ağız sulandıran bir belgesel. Dünyaca ünlü Italyan şef Massimo Botturo (ki Modena’daki restoranı Osteria Francescana 2016’da dünyanın en iyi restoranı secilmiş) kendi gibi ününden yenmez 60 kadar şef arkadaşını 2015 yılında Milano’ya gelip şahane bir sosyal projenin parçası olmaya ikna ediyor. Proje benim de ziyaretçi olarak gittiğim, gezegeni beslemek temalı Expo’sunda çöpü boylamaya mahkum atık ekmek ve yemekleri şef eliyle değerlendirip Italya’nın en itilmiş, en hayatın zalim davrandığı, mültecisi, sakatı, eski sabıkalısı, uyuşturucu bağımlısı gibi kesimlerine her gün bedava sunmak. Ama öyle böyle yemek değil o yenmemiş sepette kalmış ekmekler, bir günlük diye normalde atılan sebze meyveler öyle bir değerleniyor ki yiyen bu gariban insanlar birkaç saatliğine sanki öldüm de Michelin yıldızlı bir cennete düştüm sanıyor. Şeflerin hünerlerinden bedava nasiplenmeye gelen bu değişik itilmiş guruplardan insanların aralarında gelişen dostlukları, tatlı tartışmaları, lezzet ve afiyet ortak faydasında buluşmalarını izlemek çok etkileyici. Kısacası filmin yönetmeni ve Massimo hem çevremiz ve kaynakların sürdürülebilirliği için ciddi bir tehdit olan atık yemek sorununa hem de sosyal adalet konusuna kocaman bir parmak basmış, çok da iyi yapmış!

Filmden sonra dört gözle beklediğim akşam yemeği kısmına geçtik / Ah ben bunu tecrübe etmek için ne diye 10 yıl beklemişim! Koca masalarda az biraz Almanya’nın meşhur Oktoberfesti misali oturup ilk defa tanıştığınız insanlarla aynen filmdeki gibi bir günlük bekletilmiş malzemelerden yapılmış şahane menüyü denemek çok başka bir tecrübe oldu. Tek sorun son filmime yetişebilmek için tatlımı bekleyemeden ayrıldım. Sağolsun masa komşularım sonradan bana neler kaçırdığımı anlatan resmi yolladılar 🙂 Eger sadece bir film hakkınız varsa kulinerik sinema bölümünden yana kullanın kesin bilgi yayalım 🙂

kulkino1

Kulinerik sinema

kulkino2

Kulinerik sinema

kulkino3

Kulinerik sinema

Son Gün:

Depresyondayımmm, niye bitiyorrr nidaları ile uyandığım, Kranbar’da krepli kahvaltının keyfimi az da olsa yerine getirdiği bir sabahın ardından yasaklara direnen memleketimin sinemasına destek amaçlı programdaki tek Türk filmi olan Kaygı‘ya yollandım. Bu arada her sene 3-4 Türk filmi olurdu programda bu senenin aksine. Elimde istatistiksel veri yok ama acaba giderek bastırılan sanat sektörü, kısılan fonlar mı buna sebep diye merak etmeden edemedim. Zaten basında sansür, hayatta farkında bile olmadan maruz kaldığımız daha da beter sansür konusunu Sivas Madımak olaylarına da atıfta bulunarak işleyen Kaygı’nın yönetmeni Ceylan da bu kaygıyı doğrularcasına filmi Kültür Bakanlığın’da bütçe için onaylayan kişinin şimdi işten men edildiğini anlattı ve biraz daha beklesem çekemeyecekmişim dedi. Filme gelirsek vasat üstü bir psiko-gerilim filmi. Bana niyeyse biraz fazla ses efektleriyle oynanmış ve antipatik yapılmış bir film gibi geldi. Türkiye’de gösteriliyor diye duydum, giderseniz yorum bırakın, merak ettim siz ne düşüneceksiniz.

Bunun ardından gerilim komedi Çin’den Cio Ciao filmini izledik bir arkadaşımla. Şehir kızının köyüne dönmesi ve hiç uymadığı topluluğun içinde kendine eğlence edinmeye çalışması konulu bu film bir modern Çalıkuşu olmasa da gerek Çin’in ücra bir köyünün nefes kesici manzaraları arasında 5 cm eteği, çakma Louis Voutton çantasıyla seğirten Ciao Ciao’in oyunculuğu, gerekse son sahnesiyle ziyadesiyle izleyiciyi şaşırtan senaristin dehası sayesinde bizi gayet tatmin etti.

Bu filmden sonra aldı mi beni bir keder! Işte bir Berlinale’nin daha sonuna gelmiş, hayatın yorucu gerçeklerinden aldığım molanın sonuna yaklaşmıştım. Oysa daha görülecek ne çok film, deneyemediğim ne çok yeni mekan, yapamadığım ne çok festival aktivitesi vardı. Iç çeke çeke programdaki son filmim olan Butan’dan kara mizah filmi gelir de ben görmez miyim diye seçtiğim trajikomik polisiye Honeygiver Among the Dogs‘u izledim.

Berlinale 2018’de görüşmek üzere sanatsız, sinemasız, sevgisiz kalmayın!

Funda Çelikel Esser

Berlin Film Festivali (Berlinale) 3: Neler yapılır?

Standard

Konuk Yazar: Funda Çelikel Esser

Herkeslere sımsıcak bir merhaba sevgili film festivali sever okurlar,

Berlin Film Festivali’ne neden ve nasıl gideceğimizi konuştuk, sıra geldi Berlin’in en güzel zamanlarından Berlinale süresince şehirde neler yapilabileceğine.

Şunu öncelikle belirteyim, bu yazı gezginler için Berlin’de neler yapılabileceği konulu kapsamlı bilgileri ele almıyor, öyle olsa fasikül kalınlığını buluruz. Kalbimizin sultanı Berlin‘le ilgili de bir çok yazı yazarız umarım ilerleyen zamanlarda ama öncelikli olarak “film festivali zamanı Berlin’de ne yapılır”a buyrunuz.

Sarkastik okur, ne yapılacak canım film izlenir diye içinden geçirdin hadi itiraf et! Öyle tabii de ne demiştik, Berlinale’de 400 küsür film var, hangi birini öncelikli izleyeceksiniz, ilk defa festivale dahil olmuş biri olarak buna neye göre karar vereceksiniz muhakemesi tecrübeyle sabit hiç de kolay değil. İşte bu yazı böyle kara kara düşünenlere ışık tutsun diye yazıldı.

Bir Berlinale Klasigi

Bir Berlinale Klasiği

Öncelikle festivalin ana başlıklarını ve bu başlıklardaki filmlerin gösterim mekanlarını bir bir tanıyalım; zira karar vermenizde en önemli iki kriter bunlar bence:

  1. Yarışma kategorisi: Herkesin gözbebeği, en çok merak edilen festival bölümü. Bu kategoride dünyanın her yanından 24 tane film her sene altın ve gümüş ayılar için yarışıyor. Her sene bu filmlerin arasında Amerika ve İngiltere yapımı (eşittir klasik sinema endüstrisinin güçlü olduğu ülkeler) filmler de olmasına rağmen genelde azınlıkta oluyorlar, en azından son 10 yılda öyleydi. Daha çok global düzeyde festival marjinalliğine yaraşacak eserler gösteriliyor. Bu filmler bir Hollywood filmiyle kıyaslanamasa da yine de azımsanmayacak bütçeye sahip, oldukça profesyonel eller tarafından çekilmiş oluyor, inanılmaz etkileyici oyunculuklar seyredebiliyorsunuz. 24 filmin tümü halka açık ilk gösterimini film ekibi eşliğinde Berlinale Palast’da gerçekleştiriyor.
Berlinale Palast yeni bir yarışma filmi prömiyeri öncesinde *2

Berlinale Palast yeni bir yarışma filmi prömiyeri öncesinde *2

Festivalin ilk Cuma’sından son Cuma’sına günde ortalama 3 yarışma filmi prömiyerini yapıyor, sonraki Cumartesi günü kim ödüllere layık görülmüş yine Berlinale Palast’ta açıklanıyor. Yarışma filmleri Berlinale Palast’taki ilk gösteriminde filmin diline göre hem İngilizce hem Almanca altyazılı gösteriliyor. Diğer salonlardaki gösterimlerde nadiren de olsa sadece Almanca altyazılı olabiliyor filmler, dikkatli olmakta yarar var.  Diğer salonlar demişken yarışma kategorisi filmleri Berlinale Palast sonrası ikinci yazıda bahsettiğim Friedrichstadtpalast‘ta, Berliner Festspiele‘de ve Zoopalast‘ta gösterilir. Bir de programda   yarışma kategorisinde yer alan ama çok büyük bütçeli, genellikle Hollywoodvari oldukları için yarışmada haksız rekabet yaratmama adına bizzat yarışmaya katılmayan filmler var. Şahsen bu filmleri eğer hastası olduğunuz yönetmen/aktör/aktrist baş rolünde olup da o gün filmin galasına gelmiyorsa pek tavsiye etmiyorum çünkü sonrasında sinemaya geliyorlar zaten, hakkınızı başka zaman göremeyeceğiniz filmlere kullanın.

Zoopalast

Zoopalast

Berliner Festspiele

Berliner Festspiele

 

  1. Panorama kategorisi: Bu da benim favori kategorim. Dünyanın dört bir yanından olayların ve yaşamların adı üstünde “panorama”sını sunmayı amaçlayan, yarışma filmleri kadar olmasa da oldukça profesyonel sayılabilecek ellerden çıkma toplamda 50 kadar kurgu ve belgesel filmi barındıran, en seyirci dostu kategori. Seyirci dostu dememin sebebi, bu kategoride izlenen tüm filmlere seyirci not verebiliyor festival boyunca. Panorama programı açılışını festivalin ilk günü Perşembe akşamı bir kurgu filmle yapıyor ve seyircinin her bir filme layık gördüğü oylar sayılarak festivalin son günü Panorama halk ödülü en iyi kurgu ve belgesel filmine takdim ediliyor. Bu ödüllerin verildiği iki seansta önce kazanan açıklanıp sonra da filmler tekrar gösteriliyor. Bu gösterimlere bilet almak için ön satışın ilk günü kuyruğa gidip de ardından pek çok panorama filmini festival boyunca görmüş olan izleyiciyi, acaba daha önce gördüğüm bir film ödül alacak da ikinci defa mı seyredeceğim telaşı kaplıyor! Açıkçası kategori başı 4% olan bu olasılık bana hiç denk gelmedi, 50 filmin 40’ını falan seyretmeyecekseniz pek de üzerinde durulacak bir ihtimal değil. Ha bir de oylamaya katılan herkes çekilişe de katılıyor, şanslı kişiye Viyana Film Festivali’ne bedava bir hafta seyahat veriliyor. Çıkmaz demeyin şansınızı deneyin 🙂
Panorama Halk Ödülü Seremonisi 2011

Panorama Halk Ödülü Seremonisi 2011

Panaroma oy kartı

Panaroma oy kartı

Panorama filmleri yarışma filmlerinin aksine sadece birkaç yerde değil şehrin bilimum görülesi noktalarına yayılmış 6-7 değişik mekanda gösteriliyor. Berlin’e festival zamanı turist gitmişseniz her gün şehrin ayrı görülecek mekanındaki sinemada turistik programla birleştirilmiş birkaç panorama filmi izlemek şeklinde bir program hoş olabilir. Bu arada yarışma filmlerinin aksine 90% film yönetmeni ve ekibi de gösterimden sonra seyircinin sorularını yanıtlıyor. Benim için bu da bir bonus, senaryolara gerçeklik katıyor.

 2011 Panorama ödülüne layık görülen Even The Rain Filmi – görmeyen kaçırmasın

2011 Panorama ödülüne layık görülen Even The Rain Filmi – görmeyen kaçırmasın

Panaroma filmlerinin ana merkezlerinden Potdamerplatz Cinemaxx'ta film sonrası barda takılmaca.

Panaroma filmlerinin ana merkezlerinden Potdamerplatz Cinemaxx’ta film sonrası barda takılmaca.

  1. Berlinale Goes Kiez kategorisi: Ana akım Berlin turistine panorama programı mekanlarını önerirken, az gidilmiş rotaları arşınlamaya meraklı turisti buraya alalım. Berlinale’nin 60. yılı şerefine bir sefere mahsus diye başlanan ama gördüğü ilgiden dolayı her sene kendini yenileyen kategori. “Kiez” Almanca’da mahalle demek. Berlin pek çok Avrupa kentinin aksine tek bir merkezi olmayan, bir çok mahallesinde sosyal hayatın değişik tarzlarda akıp gittiği bir şehir. Bu sosyal hayatların merkezlerinden biri de tarihi “kiez kino”lar, yani cep sinemaları. Evet hani ismi lazım olmayasıcaların AVM yapacağız diye yıkıp mühürledikleri cinsten olanlardan. Herhangi bir “plex” uzantısı olmayan, ayrı gişesi genelde olmayıp barında biletlerin satıldığı, içeceğinizi plastik bardakta değil billur kadehte servis eden cep sinemaları pek çok yerde yok olma tehlikesi ile karşı karşıyayken, Berlin mahalle hayatının vaz geçilmez bir parçası olarak halka sanat, kültür, sosyalleşme hizmeti vermeye devam ediyor. Sayısını bilemiyorum, ben sırf 20 kadar böyle salona gitmişimdir, daha da en az bir o kadar gitmediğim var. Genellikle ya şehrin çok uzak, başka zaman hiç gitmeyeceğiniz semtlerinde oluyorlar ya da çok bilindik bir semtte mesela bir binanın arka avlusunda, 5. katında gibi gözden ırak bir yerde. İşte bence Berlin’in en güzel yönlerinden, çocukluğumun sinema hissini bana her seferinde yaşatan bu salonları ve onları ‘plex’lere tercih etmeyen mahalle halkını onore etmek amaçlı Berlinale son 6 senedir, her sene 6-7 tane değişik cep sinemasını seçip oralarda festival boyunca her gün bir tanesinde programdan özenle secilmiş 2 Berlinale filmi gösteriyor. Filmler her kategoriden birer ikişer seçiliyor yani ne seyredeceğine karar veremeyen, pek de programı hatmetmeye vakti olmayan için biçilmiş kaftan bu kategorideki filmleri izlemek. Üstüne üstlük araştırmacı turist olarak Berlin’in hiç göremeyeceğiniz köşelerine, hiç karşılaşamayacağınız insanlara misafir gidiyorsunuz. Eşsiz bir tecrübe!
Karlı bir Berlinale Goes Kiez akşamı

Karlı bir Berlinale Goes Kiez akşamı

En sevdiğin kiez kinolar derseniz: Berlin’in en yüksek sineması Sputnik, Almanya’nın en eski sineması Movimento, bir barın arka odasında bulunan Tilsiter Lichtspiele. Dikkat kiez kino biletlerinin hepsi ilk ön satış günü satılıyor ve salonlar -plex’lere nazaran küçük olduğundan bitiveriyor, film günü çok az bilet kalıyor. Tedbiri elden bırakmayıp ilk ön satış günü erken kuyruğa girmekte fayda var.

Berlinale Goes Kiez sinemalarından secmeceler

Berlinale Goes Kiez sinemalarından seçmeceler

Berlinale Goes Kiez sinemalarından secmeceler

Berlinale Goes Kiez sinemalarından seçmeceler

Berlinale Goes Kiez sinemalarından secmeceler

Berlinale Goes Kiez sinemalarından seçmeceler

  1. Generation (Kinder ve Kinder plus) kategorisi: Evet çocuklu okurları ekran başına alıyoruz! Çocuk filmi derken yanlış anlaşılmasın başrollerinde çocuk ya da ilk ergen aktörlerin oynadığı, hayata onların bakış açısı ile bakan filmlerden bahsediyoruz. Bu nedenle genelde amatör aktörler ekranda boy gösterse de yoğunlukla size parmak ısırtacak performanslar izliyorsunuz. Filmler genelde Zoopalast, Haus der Kulturen der Welt ki tarihi değerleri olan iki salon daha ve benim favorim Berlin’in gizli mücevherlerinden Bötzow Mahallesi’ndeki Filmtheatre‘da gösteriliyor. Film sonrası tartışma kısmında bacak kadar izleyicilerin ne sorular sorduğuna, ne gözle filmi izlediklerine şahit olmak da ayrı bir tecrübe bu kategorideki filmleri izlerken. Bir diğer güzel yanı bu filmler en ucuz filmler çünkü okul grupları falan da geliyor diye bilet fiyatını çok düşük tutuyorlar (evet DEVLET okulları sınıflarını festival filmi izlemeye getiriyorlar). Dezavantajı, bazen çocuklar çok sesli olabiliyor. Çocuk bu niye gürültülüler diye dert yanmıyorum ama bilerek gidin sonra şok olmayın. Bir de özellikle Kinder kategorisinde pek çok Almanca olmayan film çocuklar için eş zamanlı seslendiriliyor, sürekli piyes okuyan Alman bir kadın sesiyle birlikte izliyorsunuz filmi, sinir bozucu olabilir.
Haus der Kulturen der Welt nam-ı diğer Berlin'in istiridyesi

Haus der Kulturen der Welt nam-ı diğer Berlin’in istiridyesi

  1. Forum kategorisi: En maceraperest Berlin turisti değil de genel anlamda en maceraperest festival izleyicisi iseniz bu kategori sizin için biçilmis kaftan! Başka yerde kolay kolay rastlayamayacağınız en deneysel, bazen en amatör, en hani saat saat seyrededip anlayamadığınızdan en ummadığınız kara mizahlısına, alternatif olmaya dair her tür film burada. Örneğin birkaç sene önce Emin Alper’in Tepenin Ardı filmi bu kategoride gösterilmişti, filmlerin tarzına dair fikir vermesi açısından örnek veriyorum, hatta ödül bile aldı diye hatırlıyorum, görmediyseniz görün enteresan filmdir.

Kategorinin bonusu bu filmlerin gösterilme ana mekanları olan, aynı binayı paylaştığı Quasimodo caz kulübünden de dolayı Berlin’in simgelerinden olan Delphi Tiyatrosu ile Berlin sinema müzesini de içinde barındıran Arsenal. Bir sefer kuyrukta sevimli bir Fransız bir amcadan duymuştum, eğer Arsenal’e yıllık üyeliğiniz var ise bu kategoriye 5 Euro’ya (film başı 3 Euro ucuz, hiç fena değil) bilet alabiliyormuşsunuz. Teyit etme şansım hiç olmadı, o ayrı.

Delphi Theatre'dan ayrıntı

Delphi Theatre’dan ayrıntı

  1. Perspektive Deutsches Kino: Eh Almanya’da olan festivalin Alman sineması bölümü olmazsa olmaz tabii. Ben Berlinale’yi ilk keşfettiğim yıllarda Almanya’da yaşadığım için zaten bu kategorinin iyi olanı geliyor sinemalara sonra diye pek itibar etmiyordum, son senelerde Berlin’e turist gittiğimden, yaşadığım yerde de Alman filmleri pek sinemalara gelmediğinden her sene bir iki tanesini seyretmeye başladım ve çoğundan çok etkilendim. Sanırsam rekabet daha güçlü diye jürisi daha bir ince eleyip sık dokuyor film seçerken. Bu kategoriden katılan filmler de şehrin dört bir yanında gösteriliyor.
Bir Perspektive Deutsches Kino filminden az önce mutlu ben ve filmin afişi

Bir Perspektive Deutsches Kino filminden az önce mutlu ben

Perspektive Deutsches Kino film afişi

Perspektive Deutsches Kino film afişi

  1. Kulinerik sinema: Ölmeden deneyeceğim Berlinale programı! Gezmek sonrası en sevdiğim eylem olan yeme içme üzerine filmler öncesinde ya da sonrasında yıldızlı şefler tarafından hazırlanmış yemekler eşliğinde sunuluyor. Fiyatlar dolayısı ile kabarık olduğundan bir de illa bir yarenle tadı çıkacağından ve de normal filmden çok daha fazla zaman alacağından (evet ben gibi günde 4 film izleyene dezavantaj!) henüz hiç tecrübe edemedim, seneye kararlıyım. Martin Gropius Bau denen kültür merkezi kompleksinde oluyor, yemek için festival boyu özel restoran kuruyorlar diye duydum!
  1. Retrospective – Berlinale Classics-Homage: Açıklamaya gerek var mı? Eski filmlerin tadını hiç bir şeyde bulamıyorum ya da sinema yaşımdan önce çekildiğinden televizyon ekranında izlemeye mahkum olduğum ama çok sevdiğim klasikleri dev ekranda izleme keyfi ayrı diyenlere. Homage kısmı her yıl bir yaşayan ya da aramızdan ayrılmış sinema efsanesine ayrılıyor ve onun filmlerinden seçkiler gösteriliyor, bu senenin konuğu efsanevi Alman Kameraman Michael Ballhaus’du mesela (Masumiyet Çağı, Sıkı Dostlar, New York Çeteleri çalıştığı filmlerden bazıları) ve kendi de festivale katıldı.
Homage 2016 konuğu Michael Ballhaus Almanya'dan Hollywood'a uzanan kariyerini anlatıyor.

Homage 2016 konuğu Michael Ballhaus Almanya’dan Hollywood’a uzanan kariyerini anlatıyor.

Ne kadar çok sanatseverin daha önce belki onlarca kere seyredilmiş filmlere gelip de soluksuz izlediğine, sonunda elleri patlarcasına salonu alkışlara boğmalarına şahit olup şaşıracaksınız. Bu kategorideki filmleri kendilerine yaraşır klasik bir sinema salonunda, örneğin ikinci bölümde bahsettiğim Kino International’da olabilir, seyretmek pastadaki kestane         kreması tadında.

Kino International iç mekanlar 1

Kino International iç mekanlar 1

Kino International iç mekanlar 2

Kino International iç mekanlar 2

  1. Lola – Teddy kategorisi: Ne demiştik yazı dizisinin ilk bölümünde: Berlinale ötekine, itilmişe, ezilmişe ayna tutar, elinden tutar. Tamamen homoseksüellik cinsel kimliğine ayrılmış bu kategori bu misyona güzel örneklerden biri. En iyiler altın gümüş degil ama oyuncak ayı kazanıyor ve bu, şehrin meşhur gay kulüplerinden birinde ihtişamli bir partiyle kutlanıyor.
Benim favori Berlinale sahnelerim geliyor hazır olun :)

Benim favori Berlinale sahnelerim geliyor hazır olun 🙂

Şimdi bunca ansiklopedik bilgiden sonra bir de yıllar içinde kendimce koyduğum program yapma kurallarımı yazayım, belki birinize yardımcı olur. Bu arada Berlinale programının akıllı telefonlar için bir uygulaması var birkaç yıldır, kendi programınızı yaparken epey kolaylık sağlıyor. www.berlinale.de‘den akıllı telefon sahiplerinin indirip kullanması şiddetle tavsiye edilir.

Ben programımı bu uygulama yoluyla nasıl yapıyorum derseniz:

  1. Öncelikle o seneki hedefimi belirliyorum. Festivale katılmaktaki sizin amacınız ne? Mümkün olduğunca çok film izlemek mi? Yıldızları görmek mi? Yarışma heyecanına ortak olmak mı? Sinema bilginizi geliştirmek mi? Başka yerde göremeyeceğiniz filmleri görmek mi? Düşünmek mi? Politika yapmak mı? Berlin’i tanımak mı?..Bir de festivalde kalacağınız gün başına en çok kaç film göreceksiniz? Bu sorulara vereceğiniz cevaplara göre size has program yapmak isterseniz yazın yorumlara görüşelim 🙂
Berlinale programı yapmak için ideal mekanlardan Berlinale Social Bus iç mekanları

Berlinale programı yapmak için ideal mekanlardan Berlinale Social Bus iç mekanları

  1. Ben her sene bir tane Yarışma kategorisinden filmi Berlinale Palast’taki ilk gösteriminde izliyorum. Film ekibi katılmadığından yarışma filmlerinin diğer gösterimleri beni tatmin etmiyor (evet şımarık bir izleyiciyim), onun için çok methini duyduğum ve illa görmek istediğim ve prömiyerini bir sebepten göremeyecek olduklarım dışında yarışma filmlerinin ikinci üçüncü tekrarlarını tercih etmiyorum.
  2. Her sene o seneki kiez kinolar içinden en az bir tane daha önce hiç gitmediğime bilet alıyorum. Diğer kiez kino filmlerini programıma uyan günlerde başka sinemalarda görmeye özen gösteriyorum çünkü çok iyi oluyorlar kalitece.
  3. Panorama programını hatmedip konusu bana ilginç gelen en az iki belgesel ve el verdiğince kurgu filmi seçiyorum.
  4. O sene seyahat edeceğim ülkelerden filmler varsa onları tercih ediyorum, bu hangi ülkeyse filmin öncesi ya da sonrası o ülkenin mutfağından örnekler sunan bir restorana gitmeye özen gösteriyorum ki Berlin sağolsun hemen hemen her mutfağı buluyorsunuz. Bak şimdi aklıma geldi bu sene İzlandaya gidecektim ama programda hiç İzlanda filmi yoktu, hatta Berlin’de İzlanda restoranı da yoktu (neden acaba!!!), hayıflandım, neyse dedim. Sonuç: Hiç akla gelmeyen bir sebepten (Brüksel’de terör saldırıları) İzlanda seyahatim iptal oldu! Berlinale ile benim aramda kesin gizli bir bağ var 🙂
  5. Memleketimin yasaklara, sansürlere karşın direnmeye çalışan sinema sektörünü destekleyeyim diye her sene bir tane Türk filmi izliyorum. Çok iyi olduklarını duysam da birden fazla Türk filmi seyretmiyorum; Türkiye’de giderim ya da ulaşırım nasılsa. Her sene programda ortalama 2-3 Türk filmi bingo oluyor.
  6. Edinilmiş memleketimin kültürünü iyice tanıyıp anlayayım diye en az bir Alman filmi izliyorum.
  7. Mutlaka Friedrichstadtpalast’ta bir saat sabah 9 seansı filmi izliyorum. Bir Berlinale klasiğidir; bu saatte kim sinemaya gelir dersiniz, söylene söylene yataktan kalkar gidersiniz ki 2000 kişilik salon tıklım tıklımdır, uykulu gözlerle içeriye kahve sokabilmiş Berlinliye gıptayla bakarsınız (evet ne demiştik, termos güzel bir şeydir ama içeri girene kadar çantanızdan çıkartmayın bazen laf ediyorlar). Sabırlı olun çıkışta 150 metre kadar ötedeki Riverside cafede bir dilim yaş pasta ve Avustruya kahvesi sizi bekliyor, hem de biletini gösterene 15% sanırım indirim yapıyorlar Berlinale boyunca.
Riverside Cade (Friedrichstrasse 106)

Riverside Cade (Friedrichstrasse 106)

  1. En az bir Generation filmi izliyorum ve bunu yukarıda bahsettiğim Bötzow mahallesindeki Theatre am Friedrichshain’da yapmaya, ardından bir güzel Fransız yemeği ziyafeti çekmeye özen gösteriyorum (ayrıntıları anlatacağım az sonra).
  2. Günde yapacak hiçbir işim yoksa bile 4 filmi geçmiyorum, fazlası bünyeyi bozuyor, denedim tavsiye etmiyorum 🙂 Eğer arka arkaya dört film izleyecekseniz türlerini farklı seçin; biri komedi, biri animasyon, biri belgesel gibi.
  3. Filmlere geç kalmamaya, birkaç filmi bir arada görebileceğim yakınlıkta mekanları aynı güne toplamaya, film sonu tartışma kısımlarını kaçırmamaya özen gösteriyorum.
  4. Her sene festival başlamadan önce yaptığım görülecekler listesinde 3-5 boşluk bırakıyorum çünkü Berlinale sürprizlerle dolu, hiç iltifat etmem dediğiniz bir filmin çok güzel olduğu ortaya çıkıveriyor ilk günlerden sonra, onlar için cepte yer bulunsun.

Hadi bakalım kolay gelsin! Peki film izlemek dışında Berlinale’de yapılmasi gereken 10 şey nedir?

Naçizane bu liste tamamen benim yapmaktan zevk aldığım eylemlerden kurulu ve kesinlikle şehrin festival zamanı aktivitelerinin tümü değil. Ayrıca pek çoğu festival dışı da tecrübe edilebilir ama zannımca aynı tadı vermez.

  1. Güzelleşilir: Berlinale’nin gedikli sponsoru Loreal’in Postsdamerplatz’da kurduğu locada bedava makyaj yaptırılır sonra da hoş bir bara gidilir. Dikkat! ilk seferler çok da elimi kolunu sallaya sallaya defalarca gittiğim bu yer son birkaç senede keşfedilmiş. Festivalin ilk günü gidip randevu almanız önerilir yoksa makyözler dolu oluyor.
Berlinale'nin en güzel ayısı Loreal ayısı

Berlinale’nin en güzel ayısı Loreal ayısı

  1. Berlin’in en iyi ilk üç dondurmacısından olan Caffe´ e Gelato da ricotta ve acı çikolatalı dondurma yenir, ön bilet satış sırasındakilere bakılıp zevklenilir (sizin biletlerinizin cebinizde olduğu varsayımından hareketle!).
Bir Berlinale sabahı Cafe´ e Gelato da *2

Bir Berlinale sabahı Cafe´ e Gelato da *2

Bir Berlinale sabahı Cafe´ e Gelato da *2

Cafe´ e Gelato

  1. Delphi’de ilginç bir forum filmi akşamı Berlin’in en meşhur caz barlarından Quisomodo’da şarap içilir, müzik dinlenir, film kritiği yapılır.
  2. Şahsına münhasır bir Berlin barı tecrübesi için Berliner Festspiele’de bir film öncesi ya da sonrası 60 küsür yıldır mevcut ve tarzını korumuş Die kleine Philharmonie gay barına gidilir (cinsel kimliğiniz her ne ise çekinmeden gidebilirsiniz, gay bar derken işleten çift gay). Annanenizin dantel örtüleri, tavanda plastik güller, alabildiğine güzel müzik, babaannenizin komşusunun televizyon salonunu andıran iç mekan eşliğinde bir içki yudumlanıp en Alman bar atıştırmalıkları yenir (soğuk köfte, sosis, kumpir çakması – evet Almanların öz mutfakları süper gelişmiş bir toplum olduğunu iddia eden olmadı :)).
Die kleine Philarmonie – dış görünüş

Die kleine Philarmonie – dış görünüş

Die kleine Philarmonie – iç mekan

Die kleine Philarmonie – iç mekan

  1. Zoopalast’ta bir film ardından Berlin’in en güzel manzaralarından biri için Monkey Bar‘a gidilir ya da Postdamerplatz’da bir film ardından aynı tarz Solar Bar‘a. İkisi de festival zamanı çok dolu oluyor, aşağıda bayağı sıra beklemek gerekebiliyor. Sıra beklemek Berlinale’nin kitabındandır demiştik değil mi?
Monkey Bar'ın süper Zoo manzarası

Monkey Bar’ın süper Zoo manzarası

  1. Potsdamerplatz’a sabahın ilk ışıkları ile gidilir ve gece yarısına kadar orada vakit geçirilir. Kah filme gidersiniz, kah Berlinale Palast’a akan ünlülerden imza almak için yarışanları seyredersiniz, kah film araları Berlinale’nin son yılların en güzel kazanımı sosyal otobüsüne gider oturursunuz. 3 NGO’nun ortak girişimi ile restore edilip kafe havasına bürünmüş bu otobüse yemeğinizi dışarıdan getirebilidiğiniz gibi içeride su, meşrubat bedava; bir sürü festival seyircisi ile tanışıp kaynaşmak da bonusu. Bu arada yemek için de hemen yan sokaktaki Berlinale Street Food market yeni lezzetlere açık gurme festival seyircisini bekliyor. Bazı standlar her sene aynıyken bazıları değişiyor. Geçen seneki favorim Akdeniz ve Ortadoğu mutfağını harmanlayan, gönüllü olarak Suriyeli bir mülteci çalıştırandı, adı maalesef aklımdan çıkmış.
Berlinale Sosyal Otobüs

Berlinale Sosyal Otobüs 1

Berlinale Sosyal Otobüs 2

Berlinale Sosyal Otobüs 2

Berlinale Street Market

Berlinale Street Market

 

  1. Filmtheatre am Friedrichshein’da bir saat 10 Generation filminin ardından Berlin’den Fransa’ya gitmenin en kolay yoluna sapar, süper Fransız lokantası Chez Maurice‘e gidersiniz. Hafta içi ve öğlense 11 Euro’ya iki kap süper yemeğin yanına bir karaf Fransız şarabı çakarsınız, değmeyin keyfinize. Ama bundan sonra izleyeceğiniz film varsa aksiyon tarzı olsun, şarabın üstüne uyuyakalmayın.
Benim için bir Berlinale klasiği: Generation filmi üstü Chez Maurice'te kırmızı şarap ve peynir

Benim için bir Berlinale klasiği: Generation filmi üstü Chez Maurice’te kırmızı şarap ve peynir

  1. Berlinale ile ilgili kitapların satıldığı Cinemaxx’taki Berlinale kitapçısından bir kitap alır, kahveniz eşliğinde oturur okursunuz.
Berlinale Kitapçısı – sadece festival zamanı kuruluyor

Berlinale Kitapçısı – sadece festival zamanı kuruluyor

 

  1. Audi Lounge! Son iki senedir hayatımıza giren bu güzel mekan, içinde bir bar bulundurması, özel (ve bedava) Berlinale konserleri ve söyleşileri ile kalbimizde taht kurarken Berlinale Palast’ın kırmızı halı kulvarına olan stratejik manzarası ile de paparazzi ruhlu festival izleyicisini memnun edecektir. Bu sene çok hoş etkinlikler vardı, programa bakıp erken gitmekte yarar var. Giriş ücretsiz ama dolu olursa almıyorlar, biri çıkana kadar soğukta bekliyorsunuz içeri girmek için.
Audi Lounge'ta Merat Becker Konseri

Audi Lounge’ta Merat Becker Konseri

Audi Lounge'ta prost :)

Audi Lounge’ta prost 🙂

  1. Kino International’da bir film öncesi ya da sonrası, Cafe Alberts ya da Moskau’da günün hangi saati olduğuna göre kahve, yemek, içki ya da parti ortamına dalıp Berlin duvarı yıkılmadan önceki eski Doğu Berlin zamanlarına akarsınız.
Cafe Moskau'daki kulübün giriş lobisi henüz boş, herkes daha Kino International'da.

Cafe Moskau’daki kulübün giriş lobisi henüz boş, herkes daha Kino International’da.

 

Bu liste aslında uzar gider, her sene yenisini, değişiğini yazmak dileğiyle, Berlinale 2016’nın beni en çok etkileyen etkinliklerini anlatacağım dizinin son yazısına kadar hoşçakalın; sanatsız, sevgisiz, sinemasız kalmayın!

Funda Çelikel Esser