Önceki yazımda da bahsettiğim gibi Pokhara’dan Chitwan’a seyahat için pek alışılmamış bir yol seçiyoruz ve Seti nehrinde rafting yaparak Chitwan’a gitmeye karar veriyoruz. Daha doğrusu rafting yaparak Gai Ghat kasabasına varacağız, buradan da bir iki saatlik bir otobüs yolculuğu ile Chitwan’a geçeceğiz.
Rafting de tıpkı yamaç paraşütü gibi Pokhara’da yapılması gereken turist aktivitelerinden bir tanesi. Bir gün önceden bir kaç tur acentasını dolandıktan sonra uygun fiyat ve ertesi sabaha kalkış garantisi veren bir tanesini seçiyoruz. Bota 4-5 kişilik turist grupları sığıyor normalde ve kişi sayısı ne kadar yüksekse kişi başı fiyat da o kadar düşük oluyor. Ama yüksek sezon olmadığı için ertesi sabah erken saate bizden başka katılımcı yok, mecbur biraz daha fazla ödeyip bize özel botu ve görevlileri kiralıyoruz.
Bir sonraki sabah erkenden sırt çantalarımızı yüklenip yola düşüyoruz. Sırt çantalarımız da botta bizimle birlikte seyahat edecekler, özel su geçirmez ambalajlarla paketleniyorlar sıkı sıkı. Islanmaması gereken fotoğraf makinesi, para, pasaport gibi değerli eşyalar da su geçirmez muhafaza kutularının içine kapatılıyor. Rafting, kıyıda verdiğimiz yarım saatlik öğle yemeği molası dahil 4-5 saat sürüyor. Çok fazla akıntı ya da rapid yok, çok çılgın bir yolculuk olmuyor. Ara ara görevlilerin uygun gördüğü yerlerde nehre atlayıp yüzebiliyoruz da. Gerçek rafting tutkunlarını bu yarım günlük Pokhara-Gai Ghat turu hayatta kesmez, onlara bir iki günlük, gece kamp yapmalı ve bol rapidli diğer turları öneririm. Ama ucundan raftingin de tadına bakmak isteyen ve fazla ıslanmak istemeyenler için bu yarım günlük tur önerilir. Rafting bitiş noktamızda hemen üzerimizi değiştirip kendimizi yol kenarına atıyoruz ve artık şansımıza mı bilinmez pat diye bir Chitwan otobüsü gelip duruyor önümüzde. Bir iki saat sonra Chitwan’dayız. Otobüsten iner inmez üzerimize üşüşen turist avcılarından yakayı zor kurtarıp kendimizi bir rikşaya atıyoruz ve safari otellerinin bulunduğu bölgeye geliyoruz. Safari parkı, yani Royal Chitwan National Park’a yakın bir yerde bulunan Travellers’ Jungle Camp oteline yerleşiyoruz. Vahşi Park’ta kendi kendine gezinmek mümkün değil, mecburen civardaki acentalardan birinden ertesi gün için nehirde kano gezisi, orman yürüyüşü ve fil safarisi paketi satın alıyoruz.
Ertesi sabah saat 7’de kanonun içinde nehirde yol almaktayız çoktan. Kano turu ve orman yürüyüşünü sabah erken yapmamız önerildi çünkü vahşi hayvanlar sabahın çok erken saatlerinde su kenarlarına iniyor, ormanda ava çıkıyorlarmış. Bir saatlik kano turunda sadece uzaktan bir tane timsah görüyoruz, bir kaç tane de vahşi kuş türü. Sonrasındaki bir saatlik orman yürüyüşü biraz hayalkırıklığı oluyor çünkü hiç bir vahşi hayvana rastlamıyoruz. Bu orman yürüyüşleri güvenlik gereği mutlaka lisanslı bir rehber eşliğinde yapılıyor. Bizim rehber bir saat bizi dolaştırıyor, arada pat diye durup heyecanla bize dönüyor ve sessiz olmamızı, kulak kabartmamızı söylüyor. Biz tam heyecanlanıp pusuya yatmaya hazırlanırken bize yerde bir ayak izi gösterip “İşte büyük bir kaplanın ayak izleri” ya da uzakta otlamakta olan tavuğumsu birşeyi gösterip “İşte vahşi tavuk” filan diyor. Sonuçta bir saatlik orman yürüyüşünü vahşi bir tavuk, bir de kaplan ayak izleri görmüş ve bir takım tuhaf sesler duymuş olarak noktalıyoruz. Öğleden sonra çıktığımız fil safarisinde ise nihayet tek boynuzlu bir anne gergedan ve yavrusunu görüyoruz, bir kaç tane de geyik, böylece vahşi park safarisini en azından bir iki vahşi hayvan görmüş olarak tamamlıyoruz. Bu arada ormanda fil üzerindeki bir saatlik safari oldukça eğlenceli, vahşi hayvan görülmese bile yapılmaya değer. Chitwan Parkı’na gitmeyi düşünenler Afrikadakiler gibi bir safari beklentisinde olmasınlar. Eğer bizden daha şanslıysanız belki vahşi filleri ve çok çok şanslıysanız bir iki kaplan görebilirmişsiniz duyduğumuza göre.
Chitwan’daki son sabahımızda yine erkenden kalkıp bisikletle yakınlardaki Fil Yetiştirme Merkezi’ne (Elephant Breeding Center) gidiyoruz, buradaki yavru ikiz filler pek şeker. Buradan bir sonraki durağımız ise 4-5 saatlik bir otobüs yolculuğu ile ulaşılan Lumbini.
Kulağa İtalyanca gelişine bakmayın, Lumbini Nepal’in en kutsal şehirlerinden. Lord Buddha’nin doğum yeri burası ve bunun şerefine son senelerde şehrin ortasına kilometrelerce karelik bir tapınak komplexi inşa edilmiş ve ediliyor. Bu komplexte dünyanın çeşitli budist ülkelerinin inşa ettirdiği tapınakları ziyaret etmek mümkün; Nepal, Hindistan, Çin, Japonya, Thailand, Kore gibi Asya ülkelerinin yanısıra Alman ve Fransız budist tapınaklarını da görüyoruz. Tapınakları bir rikşa kiralayıp gezmek de mümkün ama biz bisikletle kendimiz gezmeyi tercih ediyoruz ve gayet hoşumuza gidiyor bu tur. Lord Buddha’nın doğduğu yere de bir tapınak yapılmış, binayi ziyaret edip bahçesinde Buddha’nın doğum yerine karşı meditasyon yapabilirsiniz.
Lumbini’deki ilk gecemiz tam bir kabus oluyor. Burası çok küçük bir şehir (şehir denemez aslında, kasaba bile büyük kalır yanında) ve mevcut olan uygun bütçeli bir kaç otel tek bir sokakta sıralanmış. Bunlardan rastgele birinde bir oda tutuyoruz, ne kadar kötü olabilir ki diyerek. Gündüz gözüyle de gayet düzgün ve temiz görünüyor bu oda. Ama karanlık basar basmaz odayı ve hatta tüm şehri böcekler basıyor. İki tip böcek türü baskın: Bir grup çok küçük, uçuşan sinir bozucu sinekler, diğer grup çekirge ve hamam böceği karışımı, kocaman, zıplayan, uçan korkunç böcekler. Akşam yemeğinden sonra odaya girdiğimizde heryeri bu sinekler ve böceklerle dolu buluyoruz. Kendimizi direk yatağı saran cibinliğin içine saklıyoruz, burada güvendeyiz nasılolsa diye düşünerek ama farkediyoruz ki bu küçücük sinekler cibinligin deliklerinden bile içeri sızmayı başarıyorlar. En azından büyük canavarlar dışarıda kaldı diye teselli ediyoruz kendimizi ama o koca böcekler de tüm gece cibinliğin üstüne yapışıp bizi gözetliyorlar. Bir de gece elektrikler kesiliyor ve tavanda çalışıp cılız bir serinlik yaymakta olan pervane de duruyor. Sıcakta cibinliğin altında böceklerin arasında uyumaya çalışıyoruz bir kaç saatlik de olsa. Ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte etrafta bir tane bile böcek kalmıyor, milyonlarca böcek her gece nereden çıkıp geliyor ve gün ağarınca nereye saklanıyorlar hala anlamış değilim. Sabah olunca ilk işimiz bavulları toplayıp otelden ayrılmak oluyor. Hemen karşı kaldırımda rehberimizin de önerdiği başka bir otel var, Lumbini Village Lodge, oraya geçiyoruz ve burada ikinci gecemizi gayet rahat ve böceksiz geçiriyoruz. Karşılıklı, aynı sokakta bulunan iki otelden birini böcekler basarken diğerinde bir tane sinek bile olmaması da şaşırtıcı. Lumbini’de tapınaklar komplexinden başka görülecek gezilecek birşey yok. Bu sebeple tapınak turumuzu tamamlayınca şehirden ayrılıyoruz.
Ve iki aylık Hindistan-Nepal gezimizin de böylece sonuna gelmiş oluyoruz. Lumbini’den otobüsle Hindistan sınırına ulaşıyoruz ve burada kısa bir pasaport kontrolünden sonra tekrar Hindistan sınırları içindeyiz. Yine otobüsle sınıra yakın büyük şehirlerden biri olan Gorakhpur şehrine geliyoruz. Amacımız buradan gece treni ile Delhi’ye geçmek ve ertesi akşamki ucağımıza yetişmek. Ama Hindistan’ın bize son bir sürprizi var: Gece gelmesi gereken trenimiz neredeyse 12 saat gecikmeli geliyor. Geceyi tren istasyonunun bekleme salonunda yine o korkunç böcekler arasında (evet, sadece Lumbini’de değil, Nepale yakın olduğu için sanırım burada da var aynı böceklerden) geçiriyoruz, uçağı kaçırma stresi tavan yapmış durumda. Neyse ki uçak da rötar yapıyor da rahat rahat yetişiyoruz ertesi gün 🙂
1,5 ay Hindistan’a, iki hafta da Nepal’e yetmedi. Tekrar geleceğiz, bekleyin bizi….
Harika geziler ve fotoğraflar daha nicelerine bol maceralı geziler