Konuk Yazar: Funda Çelikel Esser
Hepinizin malumu bir özlü sözümüz vardır: Çok okuyan değil çok gezen bilir. Bence gezen insanın gezmeyene kıyasla öğrenebildiği en önemli ders şudur: Kendi konfor alanınız dışında bir anlamda 100% savunmasızsınızdır. Gündelik hayat ekosisteminiz dışında olunca başınıza normalde olmayacak bir ton aksilik gelebilir, hiç ummadığınız sorunlar sizi bulabilir. Çok sevdiğim bir dostum ilk yurtdışı seyahatine çıkmak için bilet aldığı vakit bu ihtimalleri düşündükçe tedirginlikten bacaklarının titrediğini anlatmıştı. İşte bu bacak titremesi hali gezdikçe bir nasıl anlatsam 10 kaplan gücü hissine, ne olursa olsun aksiliklerin üstesinden dirayetle gelebilme çevikliğine dönüşür. Ve o zaman o gidilen diyarlar da ilk başta karşılaştığınız nemrut yüzünü bir daha göstermemecesine gizler, size olanca güzel haliyle sımsıcak gülümser.
Bu felsefi girişe konu olan hikayeye gelelim. En son bıraktığınızda annem ve ben soğuk karlı mızmız Brüksel’den kaçmanın coşkusuyla en az yanımızdaki 2 yaşındaki Elvinimiz kadar şendik! Bu coşkumuz akşam üzeri İstanbul’a inince daha da arttı. Hayır memleket topraklarına geldik diye değil, Muskat uçağımız gece 1’de olduğundan aradaki 3-4 saati güzel bir rakı balık sofrası ile taçlandırabiliriz diye!
Dip not: Siz de Atatürk Havaalanı’ndan Yunanistan’a en yakın çıkışı arıyorsanız buyurun Yeşilköy Eleos‘a. Hoş ortam, güzel mezeler, daha güzeli balık ve fonda Yunan ezgileri. Reklamları izlediniz dönelim simdi Umman’ın iki yüzüne…
Muskat’ın nemrut yüzü
Oysa ne de süper planlamış, tüm gün havaalanlarında Elvin’i it gibi koşturmuş yormuş, check-in de sonradan ona yatak olsun diye arabasını göndermemiş ve İstanbul’da hiçbir taksiye sığmayan muhteşem Chariot arabamızla nam salmıştık! Ne o biz daha havaalanına geri döndüğümüzde uyuyacak, usulca pusetinden uçak koltuğuna aktaracağız ve tüm uçuş boyu uyuyacak, biz de gece uçuşunun tadını çıkartacağız diye. Bu blogu okuyan çocuklu gezginler bilirler ki evdeki hesap çarşıya uymaz lafı çocuklu aileler için söylenmiştir! Her şeyi müthiş ilginç bulan Elvinimiz 90 cm boyunda bir zombiye dönüşüp uyumayı bırakın hosteslere şaklabanlıklar yapmaya başlayınca içimden bu gece uzun olacak şarkısını mırıldanmaya başladım. Tabii her aşırı uyarılmış çocuğun bir zıbıtma noktası vardır ve tüm içten yakarışlarıma karşın o nokta yolculuğun son 45 dakikasına denk geldi. Bizimki yaygarayı basar, 80% ‘i Türk Vasfiye teyze dolu uçak bana “aç bu çocuk çok sıcak çok soğuk ondan uyumuyor susmuyor hasta galiba” diye akıl öğretir, müstesna bir yolculuk oldu anlayacağınız. Güç bela indik uçaktan, tabii ki o Elvin uyusun diye bagaja vermediğim puset geciktikçe gecikti. Üzerine yazı dizisinin ilk bölümünde bahsettiğim üzere vize konusunda yanlış bilgilendirildiğimizi, Alman ve yeşil olmayan Türk pasaportlarına havaalanında pasaport kontrolünden önce vize satın almak gerektiğini yaklaşık 45 dakika kadar pasaport kontrolünde bekledikten sonra öğrendik (Elvin hala uyumayıp zırlıyordu!). Elin adamı da neyse çocuk da var, tekrar sıra beklemeyin, aradan gidin vizenizi alın demedi. Şu bacak kadar çocuk ne halt yapacak vizesiz geçse sınırınızdan, makul olun diye adamdan da yaman çıkıp annem ve Elvin’i öbür tarafa gönderdim ki bizimki azıcık rahatlasın. Sonra kös kös vize sırama girdim, 50 Umman realimi bayıldım (tabii ki oranın parası üzerimde yoktu, bir de döviz ofisinde sıra bekleyip kazıklandım!), vizeleri aldım. Öbür tarafa nihayet geçebildiğimde Elvin biraz sakinleşmiş ama halen cin gibi idi. Tamam artık her şey yolunda gidecek, hadi arabamızı alalım, hemen yola koyulalım dedim. Bunu dememle Fas ve Tunus’ta seyahat sırasında da edindiğim Arap ülkelerinde her şeyin sanki ağır çekim bir film gibi işlediği izlenimine tekrar kapıldım zira araba kiralama ofisindeki adam da yaklaşık 45 dakikada işlemlerimizi ancak tamamlayabildi. Sonra araba hemen dışarı gelecek diye bizi dışarı postaladı, bir yarım saat de orada bekledik! Neyse ki havanın hali hazırda sabaha karşı 5 suları 20 derece olması az da olsa keyfimi yerine getirdi. Verdikleri GPS de doğru düzgün çalışmadığından kaybola kaybola saat 6 civarı sabah ezanı ile Dominika’nın apartmanına ancak girdik. Uykusuzluktan ve yorgunluktan sinirlerimiz laçka olmuş, halen hiç uyumamış, Elvin ise iyice zıvanadan çıkmıştı. Hemen onun yatağını yaptım, annemi içeri odaya yolladım, ben de Elvin’in karyolasını kurduğum kanepenin yanında sızmışım. Tabii bizimki biyolojik saati şaştiği için 9 buçuk gibi açım diye uyandı! İyi ki jet lag sorunu olmayan yere gittik anasını satayım 😀 !!!
Emir büyük yerden geldi çare yok kalktım, annemi uyandırdım, hadi gidelim bir yerde kahvaltı yapalım, sonra geri gelip öğlen uykusu niyetine uyuruz dedik. O sırada Muskat bize hala nemrut yüzünü gösteriyordu sanki, hava bulutluydu ya da muhtemelen bana öyle geldi. Normalde 3 dakikada gidilen sahili nasıl başardık ise 15 dakika aradık, sonra sağdaki kilometrelerce uzanan yolu ve irili ufaklı kafeleri görmeyip sahil yolunda sola saptığımızdan ıssız bucaksız tam da yola benzemeyen suya paralel bir yerden yürüdük yürüdük. İn cin top oynuyordu, sadece sahilde anlamsızca oturan iki inşaat işçisi gördük, onlar da sanırsam bizi anlamsız bulmuştur, Ne yalan söyleyeyim moralim iyice dibe vurdu. Kendi kendime niye ben normal bir insan (eşittir kitle turizm yerlerine gitmekten zevk alan) olup da Mayorka’ya hadi bilemedin Kanarya Adaları’na gidip de tatil yapmıyorum da böyle elin alakasız memleketinde bir tek kendime değil canım anneme ve yavruma da bu eziyetleri çektiriyorum diye bayağı hayıflandım! Bu tarz durumlarda hep yaptığı gibi hiç söylenmeyen ama şöyle mi yapsak diye fikir de belirtmeyen annecim de sus pus yanımda yürüyordu. Bu esnada tek güzel olay pusetinde tekrar uyuyakalan Elvin’di zira bir de o başımın etini yeseydi çileden çıkıp ilk uçakla Türkiye’ye dönmem işten değildi…
Derken o içimdeki 10 kaplan güçlü gezgin uyandı. Sakinleştim, kontrolü ele almaya karar verdim. Buraya kültür olarak gittiğim en yakın yer olan Dubai’yi düşündüm. Orada da böyle sokak hayatı falan yoktu, her şey expatlar üzerine kurulmuş ve gündüz tüm sosyal hayat otel ve alışveriş merkezi kafelerinde dönüyordu. Onun üzerine demek buranın da raconu öyle, hadi gidelim Hyatt Otel en yakını, oranın içinde yaparız kahvaltımızı dedim. Otelin dışı fena değildi ama içi tam bir Ortadoğu görgüsüzlüğü ile döşenmiş – aşırı bir rüküşlük! Sanırsam Dubai’nin aksine burada lüks otel lobileri iş adamlarının iş konuştuğu yerler, biz hariç üç masa vardı, hepsi iş adamı tipli insanlarla doluydu. Bizi o kadar garipsediler ki gidip ne bakıyorsunuz hiç mi turist görmediniz diye sormak geldi içimden.
Neyse en azından taze demli çay, İngiliz çakması ‘scoon’ları vardı. Karnımız doydu keyfimiz az da olsa yerine geldi. Demek burası böyle annecim, Dubai gibi, hatta daha beter, hayat sırf otellerin lobilerinde. Ne yapalım o zaman bir market bulur alır yemeklerimizi terasımızda yeriz dedim. Market nerede diye sorduk lobide, sanırım bu soruyu soran ilk turist de bizdik, her biri ayrı şey söyledi. Böylece yine öğlen sıcağında 10 dakikalık yolu yarım saatte sora sora kaybola kaybola bulduk. Market market dedikleri bizim mahalle bakkallarından hallice bir yer çıktı. Neyse ki süt vardı Elvin’e ama biz içimize sinecek pek bir şey bulup alamadık kendimiz için. Annem “neyse işte rejim rejim diyorduk zayıflayacağız fena mı” diye ortamı yumuşatmaya çalıştı. Ben de üstünde durmadım. Eve geri geldiğimiz anda ev sahibemiz Dominika’dan bir mesaj geldi: Muskat’a hoş geldiniz, işten çıktım, gelip uğramamı ister misiniz?
Pek de hoş gelememiştik ama lokal biriyle konuşmak iyi olur yoksa burada 5 gün nasıl geçer diye düşündüğümden sevinerek kabul ettim.
Ve Muskat güzel yüzünü göstermeye başlar …
Dominika yarım saat sonra kapımızdaydı. Hemen kanım kaynadı. Çok korkunç bir seyahat geçirdiğimizi, çok yorgun olduğumuzu, üzerine aç kaldığımızı ve AirB&B sayfasında yazanın aksine çevrede ne bir düzgün market ne de bir adam gibi kafe bulabildiğimizi bir çırpıda anlattım. Önce beni sakinleştirdi. Sonra neyin nerede olduğunu bir güzel anlattı. Meğer sahile giden 3 dakikalık yolun sonunda Candle Cafe diye bir yer varmış. Daha sonraki gün denedik çok da hoştu. Muskat’ın öğleden sonraları uyanan bir şehir olduğunu, çalışanların işe erken gidip 3-4 suları paydos ettiğini, ondan muhtemelen sahilde halk plajı olmasına karşın kimseleri görmediğimizi anlattı. Gidecek olanlara yararlı olur diye adıyla sanıyla veriyorum. Kaldığımız yere çok yakın olan Al Fair hipermarketi tavsiye etti ki her tür yerel taze sebze meyve ürünü bulabildiğiniz gibi domuz etinden gir (Müslüman ülkedeyiz demiştim değil mi) Hollanda ‘herring’ine kadar her şeyi satın alabileceğiniz bir yer. Bir de üzerine gezimizi planlamamıza yardımcı oldu ve gitti.
Bunun üzerine önce Dominika’nın tarifi üzerine arabayla elimizle koymuş gibi bulduğumuz AL Fair’den tüm kalacak süre için kahvaltılık malzeme, su, süt, yoğurt aldık. Ardından şu sahilin madem ters tarafına yürümüşüz bir görelim düzü nasıl diye tekrar sahile indik. Bu arada güneş 6 gibi batıyor, biz sahile indiğimizde 5 buçuk civarı idi. O sabah in cin top oynayan sahil alabildiğine canlı, cıvıl cıvıl, yerlisi, expatı, turisti, top oynayanı, nargile tüttüreni dolmuştu. Gördüğüm en güzel incecik kumlu plajlardan birinde gördüğüm en güzel gün batımlarından birine şahit olduk. Hayatında ilk defa ayaklarını suya soka soka sahilden yürüyen Elvin acaip eğlendi, biz de ona bakıp eğlendik. İyi ki normal bir insan değilim, öyle sıkıcı Mayorka’ymış Kanarya Adaları’ymış yerlere gitmiyorum da buradaki bu güzelliklere şahit oluyorum diye düşündüm gün batarken 🙂
Akşam hem buraya daha önce 3 kere gelmiş arkadaşımın hem de Dominika’nın gaza getirmeleri sonucu ama daha da önemlisi kızının saçma gezi saplantıları yüzünden başına gelmemiş kalmamış annemin balık ve deniz ürünü aşkını bildiğimden Turkish House adlı Türk balık restoranına gidelim dedim. Evet yanlış okumadınız ben Türkiye dışında bir yerde tatildeyken bir Türk restoranına kendi rızam ile gittim!!! Olay şu ki Ummanlılar balığı geleneksel olarak baharatlı pilavlı pişiriyorlar. O da güzel tabii de “hani taze taze tutulmuş balığı bir ızgara yapıp üzerine az limonla yeme zevkini vermiyor insana” demişti buraya sık gelmiş arkadaşım. “Çare bizim Türklerin açtığı bu lokantada. Biliyorum seyahatlerde kendi alıştığı mutfağı arayanlara sinir olursun, önyargılısın ama o önyargını yen, bir seferlik git bu Türk restoranına, sonra dönünce bana teşekkür edeceksin” demişti. Onun üzerine Dominika da “bana göre Muskat’ın en güzel restoranı burası” deyince neyse napalım, annemi mutlu etmiş olurum prensiplerimi çiğnemek uğruna, hem bir seferden bir şey olmaz diye kendimi avuta avuta yola düştük. İyi ki düşmüşüz.
Tepeleme gayet iyi pişirilmiş taze balık, kalamarlar, karidesler ve en güzeli peynirli kocaman bir ıstakoz, muhteşem bir pide, taze salata, olmazsa olmazım patlıcan salatası ve de çok bayıldığım küçük tatlı kavunların içinde sundukları tropik meyve kokteyli için kişi başı sanırsam 20 euro gibi bir hesap ödedik. Bir gece önce İstanbul’da bunun dörtte biri kadar bir balık yemeğine iki katı para ödemiştik.
Yorgunluktan ve açlıktan bir tane bile fotoğraf çekemeden o güzelim balıkları deniz ürünlerini götürdük, götüremediklerimizi paket yaptırıp aldık ki annem bir aksam daha onlarla doydu 🙂
Restoran ortam itibarıyle, Ankaralı olanlarınız bilir, çocukluğumuzun Hacı Arif Bey’i tarzı bir kebap lokantası havasında yani lüks aramayın ama temizdi gayet. Ana baba günü gibi dolup dolup taşıyor. Her çeşit (Türk, Ummanlı, expat, turist) insan geliyor. Servis hızlı. Orta yerinde çocukları oyalacak devasa bir akvaryum var. Türküm Türkiye dışında Türk lokantasına gitmem demeyin, bir seferlik ön yargılarınızı bir kenara koyup gidin Umman’a yolunuz düşerse, pişman olmayacaksınız. Ama gidip de kebap yemeyin, ille de balık, yoksa külahları değişiriz!
Umman’ın güzel yüzüyle tanıştık, o da bize sımsıcak gülümsedi ya şimdi ver elini Muskat ve Matrah. Bizi izlemeye devam edin!
Funda Çelikel Esser
Twitter: @fundaesser
Geri bildirim: Umman Notları 3: Muskat ve Matrah | Seyahat Günlükleri
Geri bildirim: Umman Notları 5: Umman’ın en güzeli Niswa ve Sahilde Son Nargile | Seyahat Günlükleri